Türkiye-Afrika İlişkileri: Bin Yılı Aşan Dostluk Köprüsü
Doç. Dr. Ahmet KAVAS
Milletlerinin anavatanlarını farklı sebeplerle terk ederek kendilerine yeni yurtlar edinmesi tarihte sıkça rastlanan bir olgudur. Geçmişlerinde geniş coğrafyalarda hüküm süren Türkler bu bakımdan yeryüzünde asırlar boyunca en fazla yer değiştiren milletler arasında yer almaktadır.
Asya’nın merkezinden bizzat bu kıtanın doğu, kuzey ve güney istikametlerine yayıldıkları gibi daha ziyade batıya doğru, yani Avrupa ve Afrika istikametlerine doğru yöneldiklerini görüyoruz. Sevindirici olan bütün bu yayılma sürecine rağmen bir millet olma özelliğini kazandıkları anavatanlarını tamamen terk etmemeleri ve buraları kendi yurtları olarak korumaya devam etmeleridir. Gittikleri yeni coğrafyaların toplumlarıyla kurdukları dostlukların bir eseri olarak hem kendi kimliklerini korumaları, hem de kendilerine ev sahipliği yapan toplumların bütün değerlerini koruyarak yaşamalarına imkan vermeleri küçümsenemeyecek bir özelliktir.
Afrika kıtası oldukça erken sayılacak bir dönemde, yani 9. yüzyılda Asya’dan gelen Türkler’in yerleştikleri önemli bir kıta oldu. Asırlar boyunca da devam eden bu süreç ancak 20. yüzyıl başında kesintiye uğradı. Tolunoğulları, İhşitler, Eyyûbiler, Memlûkler ve Osmanlılar adıyla Suriye, Mısır ve Anadolu üçgeninde kurulan Türk Devletleri Afrika kıtasıyla daima aynı kaderi paylaşmaya başladılar. Osmanlılar’a kadar Mısır merkezli kurulan devletler Afrika’nın kuzey ve doğu sahilleri ile iç kısımları arasında önemli irtibatlar kurdular. Bir taraftan kendi maddî ve insana dayalı güçlerini kıtanın zenginliğinden sağlarlarken, diğer taraftan sahip oldukları her türlü idarî, askerî ve ilmî birikimlerini kıtanın diğer bölgelerindeki mahalli idarecilerle paylaştılar. Bunun en güzel örneklerinden birisi Mali Sultanı Mense Musa’nın 1324 yılında Hicaz’a yaptığı meşhur Hac yolculuğu esnasında Memlûk Sultanı ile buluşması ve ondan başta askerî konular olmak üzere pek çok istekte bulunmasıdır. Yine bu Türk devletleri idareleri altındaki Mısır ve çevresinde Haçlılar tarafından yapılan seferler karşısında bölgenin istikrarı için önemli katkıda bulundular. Fakat her şeyden önemlisi, aslen Asyalı olmalarına rağmen Avrupa ve Afrika toplumları arasında daima bir köprü olmaları, yani gerekli iletişimi sağlamalarındaki maharetleridir.
Dünya tarihinde iz bırakan en önemli devletlerden birisi olan Osmanlı Devleti’ne gelince üç kıtada aynı anda hüküm süren bu gücün Afrika kıtasıyla irtibatı sadece emperyal bir devletin tavrı olarak izah edilemez. Çünkü tarih boyunca Fenike, Roma, Bizans, hatta Osmanlı’nın çağdaşı konumundaki Avrupa’nın sömürgeci devletleri Afrika kıtasında ya kendi aralarında birbirlerini yok edici güç mücadelesine girişmişler, ya da kıta yerlisi mahalli idareleri kendi coğrafyalarında tamamen etkisiz hale getirmişlerdi. Bununla yetinmeyip asırlar boyunca milyonlarca insanı köleleştirip kıta dışında ve iklimine alışık olmadıkları coğrafyalarda ve de insan onuruna yakışmayan bir şekilde yaşamaya, daha doğrusu bütün değerleriyle yok olmaya zorlamışlardı.
İşte böylesine bir sürecin devam ettiği, özellikle de sömürgeciliğin kıtalararası bir güç haline gelmeye başladığı 16. yüzyıl başında Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasıyla büyük bir yakınlaşma içine girdiğini görüyoruz. Bütün Akdeniz’in güney sahillerinin emniyet ve güvenliğini sağlamak amacıyla Mısır’dan başlamak üzere Cezayir, Libya ve Tunus’ta eyaletler kurarak özellikle İspanya’nın bu bölgede Endülüs’te uyguladığı sömürgeci siyasetin devamını engelledi. 19. yüzyılın başına kadar bu dört eyalet Avrupa devletlerinin bölgedeki en güçlü rakipleri arasında yer aldılar.
Bu arada Ümit Burnu’nu dolaşarak Kızıldeniz bölgesinde etkinlik sağlayan Portekiz donanması karşısında Osmanlı donanması büyük bir mücadele örneği göstererek Aden Körfezi dahil Afrika’nın Doğu Sahilleri’nde ciddi bir varlık sergiledi. Bununla yetinmeyip bugünkü Sudan devleti sahilindeki Sevakin adası merkezli Habeş eyaleti adıyla yeni bir idarî yapılanma oluşturdu. Zaman içerisinde bu eyaleti Arap Yarımadası, Afrika kıtası ve Yemen arasında son derece önemli stratejik bir konuma sahip oldu. 17 ve 19. yüzyıllarda Uman Sultanlığı’nın Hint Okyanusu’nun Batı Sahillerinde, Fas Sa’dî ve Alevî hanedanlarının ise Afrika kıtasının kuzeybatı ucundaki güçlü varlıkları bu kıtanın Avrupa’dan gelecek büyük tehlikelere karşı korumaya yetti. Kıtayı sömürgeleştirme arzusundaki devletler ise Gine Körfezi’nden Ümit Burnu çevresine kadar uzanan batı ve güneybatı Afrika sahilleriyle yetinmek zorunda kaldılar. Yine bu dönemde Sahraaltı Afrika’da Osmanlı Devleti, Batı Afrika’da Fas Sultanlığı ve Doğu Afrika’nın iç kesimlerinde ise Uman Sultanlığı’nın bir kolu olan Zengibar Sultanlığı nüfuz sahibi oldular. Ayrıca bu üç devlet aralarında kurdukları yakın dostluk kadar 17-19. yüzyıllar arasında kıtanın mahalli sultanlıklarına da büyük destek verdiler.
Osmanlı Devleti’nin bugünkü Etiyopya’daki Harar Sultanlığı’na, Sudan’daki Func ve Darfur Sultanlıklarına, Çad’daki Vaday Sultanlığına, Nijer’deki Kavar Sultanlığı’na, Nijerya’daki Kano ve Sokoto Sultanlıklarına, Nijerya-Nijer-Orta Afrika ve Çad ortak sınır bölgelerinde etkili olan Bornu-Kânim Sultanlı’ğına ve Mali’deki Songay Sultanlığı’na yaptığı her türlü askerî, idarî, ticarî, ilmî ve dinî konulardaki yardımlar bugün hem arşiv belgelerinde, hem de bu dönemlerle ilgili tarih kitaplarında ifade edilmektedir. Kendi hinterlandı konumundaki sınır komşuları olan bu mahalli idareler dışındaki toplumlarla da Osmanlı Devleti’nin yakın münasebetler kurduğu bilinmektedir. Bunun en güzel örnekleri ise Hint Okyanusu adalarından Moritus, Madagaskar ve Komor Adaları toplumlarıyla olan yakın alakası ve aralarında tesis edilen karşılıklı ilişkilerdir.
Afrika kıtasında Osmanlı Devleti’nin belki de en büyük etkisi bu kıtanın parçalanmadan bir bütün olarak 19. yüzyılın sonuna kadar varlığını sürdürmesidir. Kısacası Afrika toplumları sahip oldukları millî, dinî, içtimaî ve kültürel bütün değerlerini genelde korudular. Türklerin bu kıtadaki bin yıllık varlığından Afrika yerlileri sadece etkilendiler ama kesinlikle bir asimilasyona uğramadılar. Kıta yerlisi olup da Osmanlılarla aynı dili konuşan herhangi bir Afrika toplumunun bulunmaması bunun en güzel işaretidir. Hatta Osmanlı sivil ve askerî görevlilerinin mahalli hanımlarla evliliğinden doğan ve “Kuloğlu” denen melez nesil bile bugün yaşadıkları Kuzey Afrika ülkelerinde Türkçe konuşamamaktadırlar. Çünkü ataları gibi asimile etmek yerine asimile olmayı tercih etmişlerdir.
Avrupa sömürgeciliğinin Afrika kıtasını kendi aralarında parçalama safhasının tamamlandığı 20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti’nin elinde kalan son topraklarından İstanbul ve Anadolu büyük tehlike altına girdi. Böylesine hassas bir dönemde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Afrika toplumları için bir ümit kaynağı oldu. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu yeni devlete sevinen Afrikalı kardeşlerimiz en kısa zamanda benzer mücadelelere girişerek 1950’li yıllardan itibaren bağımsızlıklarını elde etmeye başladılar.
20. yüzyılda büyük bir kesinti ve durgunluk geçiren Türkiye-Afrika ilişkileri 1990’lı yılların başında Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte yeni bir sürece girdi. Bir taraftan Doğu, Batı ve Bağlantısızlar eksenindeki oluşumlarda yerlerini almaya başlayan bağımsız Afrika ülkeleri diğer taraftan 25 Mayıs 1963 tarihinde Afrika Birliği Teşkilatı’nı kurup üyesi oldular. Kurdukları bu güçlü bütünleşme/entegrasyon hareketinin kıtanın diğer kıtalardaki ülkelerle ve onların kurdukları bütünleşme hareketleriyle yakınlaşması için 2000’li yıllarda yeni bir atılım gerçekleşti. Bu amaçla 2002 yılında teşkilatın adı Afrika Birliği’ne dönüştü ve Avrupa Birliği’ni örnek alan bu uluslararası kuruluşun en güçlü dostları arasında Türkiye Cumhuriyeti de yerini aldı. Dünyanın sayılı ülkeleri arasında yer alan ülkemiz derhal 2005 yılını Afrika’ya Açılım Yılı ilan etti, aynı yıl içinde TASAM’ın organize ettiği Uluslararası Birinci Türk-Afrika Kongresi’ni bizzat Afrika Birliği Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Alpha Oumar KONARE şereflendirdiler. Ülkemizi ziyaretleri oldukça verimli geçti. Özellikle Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet SEZER ile resmî bir görüşme gerçekleştirdiler. Kuruluşundan bugüne kadar ilk defa olmak üzere Afrika Birliği Komisyonu Başkanı’nın bu Türkiye ziyareti Afrika Birliği ile ülkemiz arasında ciddi bir başlangıç oldu. Bu sebeple Sayın Ekselansları KONARE de Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip ERDOĞAN’ı 8. Afrika Birliği Zirvesine davet ettiler ve 29 Ocak 2007 tarihinde Addis Abeba’da toplanan Afrika devletbaşkanlarına hitap etmesini sağladılar ve ayrıca çok sayıda devlet adamıyla karşılıklı görüşmelerde bulunmasına imkan verdiler.
Türkiye ile Afrika ülkeleri arasında giderek artacak olan uluslararası ilişkilere dayalı olarak eğimde, bilimde, teknolojide, sosyal ve kültürel konularda, spor faaliyetlerinde, müteahhitlik, sanayi ve ticaret alanlarında karşılıklı işbirliği ve kalkınma imkanları aranacaktır. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de Türkiye’nin çevresinde önemli bir güç olmasında Afrika ülkeleri son derece önemlidir. Aynı şekilde Türkiye de Afrika ülkelerinin pek çok alanda ilerlemesi ve kalkınması için öncü rolü oynayacak bir ülke konumundadır.
TASAM Afrika Enstitüsü Direktörü Doç. Dr. Ahmet Kavas’ın 6 Haziran 2007 - Dünya Ticaret Merkezi - "Afrika Günü Paneli"ndeki konuşması.
Asya’nın merkezinden bizzat bu kıtanın doğu, kuzey ve güney istikametlerine yayıldıkları gibi daha ziyade batıya doğru, yani Avrupa ve Afrika istikametlerine doğru yöneldiklerini görüyoruz. Sevindirici olan bütün bu yayılma sürecine rağmen bir millet olma özelliğini kazandıkları anavatanlarını tamamen terk etmemeleri ve buraları kendi yurtları olarak korumaya devam etmeleridir. Gittikleri yeni coğrafyaların toplumlarıyla kurdukları dostlukların bir eseri olarak hem kendi kimliklerini korumaları, hem de kendilerine ev sahipliği yapan toplumların bütün değerlerini koruyarak yaşamalarına imkan vermeleri küçümsenemeyecek bir özelliktir.
Afrika kıtası oldukça erken sayılacak bir dönemde, yani 9. yüzyılda Asya’dan gelen Türkler’in yerleştikleri önemli bir kıta oldu. Asırlar boyunca da devam eden bu süreç ancak 20. yüzyıl başında kesintiye uğradı. Tolunoğulları, İhşitler, Eyyûbiler, Memlûkler ve Osmanlılar adıyla Suriye, Mısır ve Anadolu üçgeninde kurulan Türk Devletleri Afrika kıtasıyla daima aynı kaderi paylaşmaya başladılar. Osmanlılar’a kadar Mısır merkezli kurulan devletler Afrika’nın kuzey ve doğu sahilleri ile iç kısımları arasında önemli irtibatlar kurdular. Bir taraftan kendi maddî ve insana dayalı güçlerini kıtanın zenginliğinden sağlarlarken, diğer taraftan sahip oldukları her türlü idarî, askerî ve ilmî birikimlerini kıtanın diğer bölgelerindeki mahalli idarecilerle paylaştılar. Bunun en güzel örneklerinden birisi Mali Sultanı Mense Musa’nın 1324 yılında Hicaz’a yaptığı meşhur Hac yolculuğu esnasında Memlûk Sultanı ile buluşması ve ondan başta askerî konular olmak üzere pek çok istekte bulunmasıdır. Yine bu Türk devletleri idareleri altındaki Mısır ve çevresinde Haçlılar tarafından yapılan seferler karşısında bölgenin istikrarı için önemli katkıda bulundular. Fakat her şeyden önemlisi, aslen Asyalı olmalarına rağmen Avrupa ve Afrika toplumları arasında daima bir köprü olmaları, yani gerekli iletişimi sağlamalarındaki maharetleridir.
Dünya tarihinde iz bırakan en önemli devletlerden birisi olan Osmanlı Devleti’ne gelince üç kıtada aynı anda hüküm süren bu gücün Afrika kıtasıyla irtibatı sadece emperyal bir devletin tavrı olarak izah edilemez. Çünkü tarih boyunca Fenike, Roma, Bizans, hatta Osmanlı’nın çağdaşı konumundaki Avrupa’nın sömürgeci devletleri Afrika kıtasında ya kendi aralarında birbirlerini yok edici güç mücadelesine girişmişler, ya da kıta yerlisi mahalli idareleri kendi coğrafyalarında tamamen etkisiz hale getirmişlerdi. Bununla yetinmeyip asırlar boyunca milyonlarca insanı köleleştirip kıta dışında ve iklimine alışık olmadıkları coğrafyalarda ve de insan onuruna yakışmayan bir şekilde yaşamaya, daha doğrusu bütün değerleriyle yok olmaya zorlamışlardı.
İşte böylesine bir sürecin devam ettiği, özellikle de sömürgeciliğin kıtalararası bir güç haline gelmeye başladığı 16. yüzyıl başında Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasıyla büyük bir yakınlaşma içine girdiğini görüyoruz. Bütün Akdeniz’in güney sahillerinin emniyet ve güvenliğini sağlamak amacıyla Mısır’dan başlamak üzere Cezayir, Libya ve Tunus’ta eyaletler kurarak özellikle İspanya’nın bu bölgede Endülüs’te uyguladığı sömürgeci siyasetin devamını engelledi. 19. yüzyılın başına kadar bu dört eyalet Avrupa devletlerinin bölgedeki en güçlü rakipleri arasında yer aldılar.
Bu arada Ümit Burnu’nu dolaşarak Kızıldeniz bölgesinde etkinlik sağlayan Portekiz donanması karşısında Osmanlı donanması büyük bir mücadele örneği göstererek Aden Körfezi dahil Afrika’nın Doğu Sahilleri’nde ciddi bir varlık sergiledi. Bununla yetinmeyip bugünkü Sudan devleti sahilindeki Sevakin adası merkezli Habeş eyaleti adıyla yeni bir idarî yapılanma oluşturdu. Zaman içerisinde bu eyaleti Arap Yarımadası, Afrika kıtası ve Yemen arasında son derece önemli stratejik bir konuma sahip oldu. 17 ve 19. yüzyıllarda Uman Sultanlığı’nın Hint Okyanusu’nun Batı Sahillerinde, Fas Sa’dî ve Alevî hanedanlarının ise Afrika kıtasının kuzeybatı ucundaki güçlü varlıkları bu kıtanın Avrupa’dan gelecek büyük tehlikelere karşı korumaya yetti. Kıtayı sömürgeleştirme arzusundaki devletler ise Gine Körfezi’nden Ümit Burnu çevresine kadar uzanan batı ve güneybatı Afrika sahilleriyle yetinmek zorunda kaldılar. Yine bu dönemde Sahraaltı Afrika’da Osmanlı Devleti, Batı Afrika’da Fas Sultanlığı ve Doğu Afrika’nın iç kesimlerinde ise Uman Sultanlığı’nın bir kolu olan Zengibar Sultanlığı nüfuz sahibi oldular. Ayrıca bu üç devlet aralarında kurdukları yakın dostluk kadar 17-19. yüzyıllar arasında kıtanın mahalli sultanlıklarına da büyük destek verdiler.
Osmanlı Devleti’nin bugünkü Etiyopya’daki Harar Sultanlığı’na, Sudan’daki Func ve Darfur Sultanlıklarına, Çad’daki Vaday Sultanlığına, Nijer’deki Kavar Sultanlığı’na, Nijerya’daki Kano ve Sokoto Sultanlıklarına, Nijerya-Nijer-Orta Afrika ve Çad ortak sınır bölgelerinde etkili olan Bornu-Kânim Sultanlı’ğına ve Mali’deki Songay Sultanlığı’na yaptığı her türlü askerî, idarî, ticarî, ilmî ve dinî konulardaki yardımlar bugün hem arşiv belgelerinde, hem de bu dönemlerle ilgili tarih kitaplarında ifade edilmektedir. Kendi hinterlandı konumundaki sınır komşuları olan bu mahalli idareler dışındaki toplumlarla da Osmanlı Devleti’nin yakın münasebetler kurduğu bilinmektedir. Bunun en güzel örnekleri ise Hint Okyanusu adalarından Moritus, Madagaskar ve Komor Adaları toplumlarıyla olan yakın alakası ve aralarında tesis edilen karşılıklı ilişkilerdir.
Afrika kıtasında Osmanlı Devleti’nin belki de en büyük etkisi bu kıtanın parçalanmadan bir bütün olarak 19. yüzyılın sonuna kadar varlığını sürdürmesidir. Kısacası Afrika toplumları sahip oldukları millî, dinî, içtimaî ve kültürel bütün değerlerini genelde korudular. Türklerin bu kıtadaki bin yıllık varlığından Afrika yerlileri sadece etkilendiler ama kesinlikle bir asimilasyona uğramadılar. Kıta yerlisi olup da Osmanlılarla aynı dili konuşan herhangi bir Afrika toplumunun bulunmaması bunun en güzel işaretidir. Hatta Osmanlı sivil ve askerî görevlilerinin mahalli hanımlarla evliliğinden doğan ve “Kuloğlu” denen melez nesil bile bugün yaşadıkları Kuzey Afrika ülkelerinde Türkçe konuşamamaktadırlar. Çünkü ataları gibi asimile etmek yerine asimile olmayı tercih etmişlerdir.
Avrupa sömürgeciliğinin Afrika kıtasını kendi aralarında parçalama safhasının tamamlandığı 20. yüzyılın başında Osmanlı Devleti’nin elinde kalan son topraklarından İstanbul ve Anadolu büyük tehlike altına girdi. Böylesine hassas bir dönemde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Afrika toplumları için bir ümit kaynağı oldu. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu yeni devlete sevinen Afrikalı kardeşlerimiz en kısa zamanda benzer mücadelelere girişerek 1950’li yıllardan itibaren bağımsızlıklarını elde etmeye başladılar.
20. yüzyılda büyük bir kesinti ve durgunluk geçiren Türkiye-Afrika ilişkileri 1990’lı yılların başında Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte yeni bir sürece girdi. Bir taraftan Doğu, Batı ve Bağlantısızlar eksenindeki oluşumlarda yerlerini almaya başlayan bağımsız Afrika ülkeleri diğer taraftan 25 Mayıs 1963 tarihinde Afrika Birliği Teşkilatı’nı kurup üyesi oldular. Kurdukları bu güçlü bütünleşme/entegrasyon hareketinin kıtanın diğer kıtalardaki ülkelerle ve onların kurdukları bütünleşme hareketleriyle yakınlaşması için 2000’li yıllarda yeni bir atılım gerçekleşti. Bu amaçla 2002 yılında teşkilatın adı Afrika Birliği’ne dönüştü ve Avrupa Birliği’ni örnek alan bu uluslararası kuruluşun en güçlü dostları arasında Türkiye Cumhuriyeti de yerini aldı. Dünyanın sayılı ülkeleri arasında yer alan ülkemiz derhal 2005 yılını Afrika’ya Açılım Yılı ilan etti, aynı yıl içinde TASAM’ın organize ettiği Uluslararası Birinci Türk-Afrika Kongresi’ni bizzat Afrika Birliği Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Alpha Oumar KONARE şereflendirdiler. Ülkemizi ziyaretleri oldukça verimli geçti. Özellikle Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet SEZER ile resmî bir görüşme gerçekleştirdiler. Kuruluşundan bugüne kadar ilk defa olmak üzere Afrika Birliği Komisyonu Başkanı’nın bu Türkiye ziyareti Afrika Birliği ile ülkemiz arasında ciddi bir başlangıç oldu. Bu sebeple Sayın Ekselansları KONARE de Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip ERDOĞAN’ı 8. Afrika Birliği Zirvesine davet ettiler ve 29 Ocak 2007 tarihinde Addis Abeba’da toplanan Afrika devletbaşkanlarına hitap etmesini sağladılar ve ayrıca çok sayıda devlet adamıyla karşılıklı görüşmelerde bulunmasına imkan verdiler.
Türkiye ile Afrika ülkeleri arasında giderek artacak olan uluslararası ilişkilere dayalı olarak eğimde, bilimde, teknolojide, sosyal ve kültürel konularda, spor faaliyetlerinde, müteahhitlik, sanayi ve ticaret alanlarında karşılıklı işbirliği ve kalkınma imkanları aranacaktır. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de Türkiye’nin çevresinde önemli bir güç olmasında Afrika ülkeleri son derece önemlidir. Aynı şekilde Türkiye de Afrika ülkelerinin pek çok alanda ilerlemesi ve kalkınması için öncü rolü oynayacak bir ülke konumundadır.
TASAM Afrika Enstitüsü Direktörü Doç. Dr. Ahmet Kavas’ın 6 Haziran 2007 - Dünya Ticaret Merkezi - "Afrika Günü Paneli"ndeki konuşması.