Türkiye’de ve bilhassa İstanbul’da yaşayan Afrikalılar için farklı görüşler hakim, çelişkili hikayeler anlatılıyor. Bazıları onları birer kurban, bazıları ise canavar olarak niteliyor. Yakın tanıdığım bir öğretim üyesi, “onların büyük bölümü uyuşturucu ve  kadın satıcısı” dedi. Yani onlar bu hocamızın gözünde birer “tehlike” idi. Bir diplomat ise bir sohbet sırasında “bütün Afrikalılar yalancıdır” diyebildi.  Ekonomik krizin ve işsizliğin faturası da onlara çıkıyordu. Aslında Türkler “siyahları” sadece Holywood ve tarzan filmlerinden hatırlıyor. Afrikalılar bu ülke için bir çeşit “davetsiz” misafirlerdi. Fantezi meraklısı hanım ve beylerin ise özel  zevkleri için bir çeşni sayılabiliyorlardı. Ama aslında zor durumda kalan hep onlardı. Yoksulluktan, güvensizlikten kaçmak adına doğdukları yerleri ve sevdiklerini bırakıp kendilerini bekleyen tehlikelere ve tuzaklara aldırış etmeden yola çıkmışlardı. Dengenin, huzurun, gündelik zevklerin, televizyonlarda seyrettikleri Amerikan filmlerinin büyülü havasının;  yani hızla küreselleşen dünyada olmayan adil bir eşitliğin  peşine düşmüşlerdi.


Afrikalılar, ülkemize farklı yollar izleyerek, sınırları aşarak ve zorlukları göğüsleyerek geldiler. Bazılar ise ceplerindeki tüm paralarını alan insan tüccarları tarafından kandırılıp Avrupa  yerine Türkiye’ye getirildi. Çöllerde açlık ve susuzluktan ölenler, bot ve köhne teknelerde devrilip boğulanlar, sınır bölgelerinde  mayınlara basanları oldu. Bazıları ise Afrika’nın farklı ülkelerinden yasal yollarla, vizelerini alıp geldiler. Nedense Türkiye’deki Afrikalıların büyük bölümünde pasaport yok ve genellikle de  “çalınmış” oluyor. Böylelikle hangi kanalla Türkiye’ye girdiklerini saklayarak, aynı yolla geldikleri ülkeye geri gönderilmelerini önlenmiş oluyorlar. Türkiye onlar için batıdaki güzel yaşama giden engebeli ve tehlikeli bir  yoldur. Afrika kıtasında  “sınır” kavramı yoktur. Çünkü kilometrelerce kontrolsüz sınır vardır ve iki ülke arasında doğal sınır bir nehirde olsa bile  karşı sahile  geçmek fazla sorun teşkil etmemektedir. Ama tanımadıkları Avrupa’da sınır kavramı çok farklı idi. Avrupa devletleri siyah renklileri  kapalı kapılar arkasında tutuyordu. Türklere de aynı davranışı sergilemesi için Avrupa Birliği kanalı ile sürekli baskı uygulanıyor.

Tamamı için tıklayınız

Türkiye ve Afrika arasındaki sosyal ve kültürel ilişkilerin kökleri 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan daha öncelerine ve hatta Osmanlı İmparatorluğu’na kadar götürülebilir. İmparatorluk en parlak dönemlerinde bugün Balkanlar olarak adlandırdığımız bölgede Yunanistan dahil diğer ülkeleri, Kuzey Afrika’nın geniş bir kısmını, günümüz Ortadoğu’sunun tamamını ve merkezinde Anadolu’nun bulunduğu coğrafyanın büyük kısmını topraklarına katmıştı. 19. yüzyıl sonlarına gelindiğinde yine Osmanlı’ya bağlı olan Mısır’daki Hidiv hanedanı ise Sudan’a doğru ilerlemekteydi. Osmanlı İmparatorluğu batıya doğru ise Batı Afrika içlerine doğru ilerlemekteydi. Askeri ya da bürokratik varlığın oluşturulamadığı bölgelerde Zengibar Sultanlığı’nda olduğu gibi diplomatik veya siyasi bağlantılar kuruldu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun bu bölgelerin birçoğunda uzun yıllar kalacak şekilde yayılışının en temel sebeplerinden birisi çeşitli etnik, dini ve dilsel grupların belirli ölçüde otonomiye sahip olmalarına fırsat tanıyan gelişmiş bir millet sistemi ortaya koymasıdır.  Selefi Roma İmparatorluğu gibi Osmanlı da her yönüyle bir çok etnik topluluğa sahip bir yapıdaydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun payitaht merkezi aynı zamanda Hilafetin başkenti sayılmaktaydı. Kanatlarının altında özellikle Balkanlar’da önemli derecede Hıristiyan nüfusu bulundurduysa da İmparatorluğun merkezi Müslüman olarak kaldı ve Müslüman etnik gruplar İstanbul’dan gönderilen bürokratlar sebebiyle doğal olarak o bölge yerel idarelerinde Sultan’ın temsilcisi olarak algılanmaktaydı. 20. yüzyıl başlarında  Avrupalı güçler çeşitli toplulukları idarecilerine karşı kışkırtarak Osmanlı’nın işlerine doğrudan karışmaya başlayıncaya kadar bu gayri müslim halkların birçoğu kendilerini İslam Halifeliği’nin bir parçası olarak görmekteydiler. Avrupalı güçler İmparatorluğu parçalamak gibi bir gizli gündeme sahiptiler. Bu kışkırtmalara maruz kalan azınlık gruplar bu olanlardan haberdardı. Bunlar daha sonraları ne çelişkidir ki Arabistanlı Lawrence olarak bilinen T. E. Lawrence tarafından idare edilen Arap Uyanışı olarak tarihe geçti. 1920’lere kadar Avrupalı güçlerin başta imparatorluğu parçalamak ve ortaya çıkan yeni parçaların kendi emperyal arzuları doğrultusunda yeniden düzenlenmesi gibi bütün hedefleri neredeyse gerçekleşmiş durumdaydı.

Dış Ticaret Müsteşarlığı’nca ekonomik ve ticari ilişkilerimizin geliştirilmesi amacıyla çeşitli stratejiler uygulamaya konmuş bulunmaktadır.

2000 yılında Komşu ve Çevre Ülkeler Stratejisi, 2003 yılında Afrika Ülkeleri ile Ekonomik İlişkilerin Geliştirilmesi Stratejisi, 2005 yılında ise, Asya-Pasifik Ülkeleri ile Ekonomik İlişkilerin Geliştirilmesi Stratejileri uygulanmaya başlanmıştır. Bugünkü toplantımızda, Afrika ülkeleri ile Ekonomik ilişkilerimizin genel seyri hakkında kısa bir bilgi ile Dış Ticaret Müsteşarlığımızca uygulanmakta olan Afrika ile Ekonomik İlişkilerin Geliştirilmesi Stratejisi hakkında açıklamalarda bulunacağım.

53 ülkeden oluşan Afrika kıtası (Bkz. Harita 1), 800 milyon nüfusuyla, dünya nüfusunun % 12’sini oluşturmakta, buna karşılık dünya mal ve hizmet üretiminin % 2’sini üretmektedir. Afrika ülkelerinin 2010 yılında dünya nüfusunun yaklaşık % 15,3’ünü oluşturacağı ve 1 milyarın üzerine çıkacağı tahmin edilmektedir. 800 Milyonluk kıta nüfusunun % 29’u Batı Afrika’da, % 27’si Doğu Afrika’da, % 18’i Kuzey Afrika’da, % 17’si Güney Afrika’da, % 10’u da Orta Afrika’da yaşamaktadır.
1.    STABİLİTENİN HENÜZ YETERLİ ÖLÇÜDE SAĞLANAMAMIŞ OLMASI VE ÇATIŞMA VE SINIR GÜVENLİK PROBLEMLERİNİN DEVAM ETMESİ

Afrika Dünyadaki çatışma alanlarının %44’ünün olduğu destabil coğrafyaların başında gelmektedir. BM’ler kontrolündeki 18 Barışı Koruma/Tesis Operasyonlarının 8’i Afrika’dadır. BM’lerin bu maksatla tahsis ettiği 3,55 milyar ABD doları bütçenin 2,52 Milyar ABD doları Afrika’daki operasyonlara harcanmaktadır.


Afrika’da meydana gelen çatışma ve savaşlar önemli bir sorunu da beraberinde getirmiştir. UNHCR kontrolündeki mülteci durumunda, grafikte belirtildiği gibi, Afrika ilk sıradadır. İç çatışmalar beraberinde göçleri getirmiş ve sosyal dengeler ile sosyal barış önemli ölçüde zedelenmiştir.UNCHR himayesindeki mültecilerin ağırlıklı olarak Afrika’da toplanması, sosyal dokunun zedelenmesinde en önemli parametrelerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu durum kalkınma yardımlarında acil yardımların önemli bir çalışma alanı olarak karşımıza çıkmasına neden olmaktadır.

Tamamı için tıklayınız