- APA, 2006 yılının Şubat ayında Senegal'in başkenti Dakar'da kurulmuş olan tamamen özel, kıta menşeli, çok taraflı bir basın ajansıdır.
- Kurucularının ve çalışanlarının tümü, aktif olan ve iş dünyasında da yer alan gazetecilerden oluşmaktadır. www.apanews.net web adresi aracılığıyla dünyaya açılan kapısı, aslında 7 gün 24 saat tam zamanlı destek sağlayan 70 haberciden oluşan 177 özerk sitedir.
- APA'nın Afrika kıtasındaki 53 ülkenin 50'sinde ve diğer üç kıtanın (Avrupa, Amerika, Asya) yaklaşık on ülkesinin başkentinde temsilcileri bulunmaktadır ki, söz konusu yerlerde Afrika diasporalarının önde gelenleri yaşamaktadır.
- APA ürünleri (haberler, fotoğraflar ve videolar), 53 Afrika ülkesinin 41'inde medyaya ilişkin tüm desteği almaktadır. İnternet sitesi, günde ortalama 15.000 ila 50.000 arasında kişi tarafından ziyaret edilmektedir. Ağın 140.000 sitesi, ona en aktif arama motorlarının yanı sıra ziyaretçiler de göndermektedir.
- Afrikalı gazetecilerin eseri olan APA, Afrika'ya ve Afrika'nın iç kalkınmasına yönelik olup, kıtanın dünya ile ilişkilerine de değinmektedir.
Peki, neden özellikle APA'yı ele alıyor da genel olarak Afrika basınından söz etmiyorum? Daha doğrusu Afrika'daki yeni ortaklarda basının konumundan ve rolünden? Konu, yalnızca yönettiğim ajansın yakınlığı ile sınırlı değildir.
Bu konu, en azından son yıllarda izleyebildiğim kadarıyla, bu pencereden ya da gözlemevinden bakıldığında, Afrika-Türkiye ilişkilerinin güçlendirilmesi ve çeşitlendirilmesi için yapılmakta olan çabalarla açıklanabilir
Türkiye'nin Afrika ile kültürel ve tarihsel ortak noktaları hem çok eskiye dayanmakta hem de siyasal ilişkilerin çok ötesine geçen derinliktedir. Bu tarihsel ve kültürel yakınlık iki unsurdan kaynaklanmaktadır: İslam ve Türk yönetimleriyle başlayan ortak tarihsel yaşanmışlık. Gerçekten de İslam gerek Afrika halklarının gerek Türklerin ortak kültürel ve dinsel değeridir ve siyasal yapıların çok ötesinde bir değer birlikteliği sağlar. 7. yüzyılda Araplarla birlikte Afrika'da yayılmaya başlayan İslam dini, hem yerli kültürleri dönüştürdü hem de yerli kültürlerin etkisiyle zenginleşti. Bunun da ötesinde Türklerin Afrika'ya girişlerinde önemli bir rol oynadı. 9. yüzyıldan itibaren Müslümanlığı benimseyen Türkler, Araplarca Afrika'ya götürüldüler ve kısa bir süre sonra yönetici olarak kendi hanedanlıklarını kurdular. Dolayısıyla 9. yüzyıldan itibaren Afrika kıtasının tarihinde Türkler görülmeye başladı, tıpkı Türklerin tarihinde Afrika'nın yer alması gibi. Bu ortak tarih, 1517'de Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethiyle daha da köklendi. İlginçtir; Osmanlı İmparatorluğu, Kuzey Afrika'da egemenliğini kurarken, İspanya ve Portekiz gibi kıtada görülmeye başlayan Batılı güçlerle mücadele etti, tıpkı 20. yüzyılın başında kıtadaki son toprağı Libya'dan çıkarken İtalya'yla savaştığı gibi. Dolayısıyla Afrika tarihinde Osmanlı yönetimi önemli bir yer tuttuğu gibi Osmanlı tarihinde de Afrika kıtası kritik dönemlerde öne çıkmaktadır. Dolayısıyla çok farklı bakış açılarından yorumlansa da ortak bir tarih söz konusudur.
Bu kültürel ve tarihsel ortaklıklar, yeni Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla birlikte unutulmaya terk edildi. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus-devlet olarak tarih sahnesine çıktığı andan itibaren dış politikasını Misak-ı Milli çerçevesinde belirledi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenlik alanında yer alan topraklarla tüm bağlarını kopardı. Bu bir yandan imparatorluk zihniyetinin terk edildiğinin göstergesiydi, diğer yandan da 200 yıldan beri Batı'ya yüzünü çevirmiş olan bir toplumun yeni devleti olarak kalkınma ve batılılaşma hedefinin önceliğine işaret ediyordu. Yeni Türkiye, laik ve batılı bir devletti ve İslam ortak paydası çerçevesinde tarihsel bağları bulunan doğu toplumlarıyla asgari ilişkiler kuracaktı. Bu asgari ilişkileri zorunlu kılan ise ortak coğrafyada yer alma durumuydu. Geçmiş tarihsel ve kültürel ortaklıklar unutulacak ya da unutturulacaktı. Batı odaklı bir dış politikaya yönelen yeni Türkiye'nin doğu toplumlarına ilişkin tek iddiası, model olmaktı ki bu iddiasını da 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan iki kutuplu dünyada, özellikle NATO'ya girdikten sonra kaybetti. Kendisini bir Avrupa devleti sayarak Üçüncü Dünya'yı Batı bloku çıkarları dışında değerlendirebilme yetisini gösteremedi. 1945 sonrasında ancak özellikle 1960'larda bağımsızlığını kazanan Afrika ülkeleri, Soğuk Savaş içinde eski sömürgeci Batılı ülkelere mesafeli olmak isteyip Bağlantısızlık Hareketi içinde yer alırken, ilk bağımsızlık mücadelesi vermiş devletlerden biri olan Türkiye giderek daha fazla Batı'ya bağlandığı gibi, Bağlantısızlık politikasını anlayamadı ve yeni bağımsızlığını kazanan ülkelere karşı kayıtsız ve hatta mesafeli bir tutum benimsedi.
Dünya genelinde Sivil Toplum Kuruluşları (STK'lar), geçmişte yalnızca devletlerin görevi olan çatışmaların önlenmesi, çatışma yönetimi, çatışma çözümü ve çatışma sonrası barışın tesisi konularında daha aktif hale gelmeye başlamışlardır. Özellikle de Afrika'da kıtanın barış ve güvenlikle ilgili meydan okumalarını ele alma girişimlerinde STK'lar, kilit oyunculara dönüştüler. Güvenlik kavramını "devlet merkezli" bir süreçten, insan güvenliği çerçevesinde daha insan merkezli bir sürece doğru yeniden kavramsallaştırma çabalarında yine STK'ların etkili unsurlara dönüştükleri görülmektedir. Ayrıca demokratik yönetim konusunun yeniden aşılanması amacıyla gerçekleştirilen mücadelelerde STK'lar ön sıralarda yer almaktadırlar. Hali hazırda Batı Afrika'da farklı düzeylerde faaliyet gösteren yaklaşık 3.000 STK bulunmaktadır.
Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle birlikte Afrika ülkelerindeki çatışmaların sayısında önemli bir artış görülmüştür. Bilhassa Batı Afrika, kıta genelinde en istikrarsız duruş sergileyen alt bölge olmuştur. Burası; Liberya, Sierra Leone, Fildişi Sahili'nde ve diğerlerine kıyasla daha az olmak üzere Gine Bissau'da gerçekleşen sürüncemeli sivil savaşlara sahne olmuştur. Bu çatışmaların sonucunda çoğu sivil olan milyonlarca insan yaşamını yitirmiş; toplumlar yer değiştirmiş; küçük ve hafif silahlar yaygınlaşmış; bölgede büyüme ve kalkınma, durağanlık sürecine girmiştir. Batı Afrika'daki çetrefilli ve çok yönlü çatışmaların doğası gereği devletler; bu sorunları önleme, yönetme ve çözümleme anlamında tek başlarına başarı elde edemez hale geldiler. Bu başarının elde edilebilmesi için devletlerin, bilhassa STK'lar başta olmak üzere hükümet dışı aktörlerden destek almaları ve katılım şart olmuştur. Çatışmalarda genellikle devletler de taraf olurlar ve bu nedenle politikacılara güven duyulmaz. Netice itibariyle Afrika sivil toplumu, kıtada görülen vahşi çatışmalara uzun süre etkinliğini kaybetmeyecek çözümler üretme görevini üstlenmiş olurken, uluslararası donörler ve örgütler de barışın tesisi sürecinde STK'lara güven duymaya başlamışlardır.
STK'ların popülerliklerine ve yaygınlıklarına karşın, bir kişiye sivil toplumun ne olduğu sorulduğunda genellikle net bir yanıt almak güçtür. Sivil toplum terimi, çok farklı şekillerde tanımlanmaktadır. En yaygın tanım ise sivil toplumun "İnsanların ortak çıkarlar geliştirmek üzere gönüllü olarak birleştikleri aile, devlet ve piyasalar arasında yer alan kurumlar, kuruluşlar ve bireyler toplamı" olduğu şeklindedir. Afrika Birliği'nin Ekonomik, Sosyal ve Kültür Konseyi (ECOSOCC); sivil toplumu, sosyal gruplardan, profesyonel gruplardan, sivil toplum kuruluşlarından, topluma dayalı kuruluşlardan, gönüllü teşkilatlardan ve kültürel örgütlerden oluşan; kadınlar birliği ve medya gibi kadınlar, gençler, çocuklar, ulusal diasporalar ve özel sektörün çeşitli elementlerinin listelendiği diğer kesimler olarak tanımlamaktadır. Sivil toplum, genellikle bir dizi aktörün vatandaşlar ve devlet otoriteleri arasındaki ilişkilerde arabuluculuk yapma yollarını aradığı birey ve devlet düzeyleri arasındaki nokta olarak görülür. Sivil toplum, kamu kesiminin geniş katılımı için olanaklar yaratan bir iletişim alanıdır ve dolayısıyla çatışmaların önlenmesi, çözümlenmesi ve çatışma sonrası uzlaşma çalışmalarının daha sürdürülebilir kılınması süreçlerinde potansiyel olarak önemli bir role sahiptir.
Uluslararası toplum için Afrika'nın kalkınması; iklim değişikliği, küresel ısınma ve HIV/AIDS gibi bulaşıcı hastalık tehditlerinin de aralarında bulunduğu bir takım diğer sorunlarla birlikte en önemli meselelerden birisidir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da da olduğu gibi Afrika'nın ihtiyaç duyduğu tek şeyin kıtaya toplu finansal kaynak akışı olduğu düşünülmüştü. Bu inanışa göre gelecek fonlar, Resmi Kalkınma Yardımları (RKY) ya da Doğrudan Yabancı Yatırımlar (DYY) şeklinde olabilirdi. Afrika'nın doğal kaynaklar açısından dünyadaki en zengin bölgelerden biri olduğu da göz önüne alındığında, bu inanış daha da körüklenmişti.
Ancak şu günlerde, Afrika ülkeleri de dâhil olmak üzere çoğu çevrelerde Afrika'nın asıl ihtiyacının, iyi yönetim çerçevesinde iyi politikalar benimsenmesi olduğu açıkça hissedilmektedir. Bu genel kanıya ise Afrika ülkelerinin kendi başlarına ve bazen de uluslararası toplumun desteğiyle yıllar boyunca edinmiş oldukları sosyo- ekonomik kalkınma deneyimlerinden sonra varılabilmiştir. Yine de çok yönlü bir kavram olan iyi yönetim konusu, faaliyet alanına göre tartışmaya açık bir konudur.
Bu çalışmada iyi yönetim kavramının, Afrika'nın kalkınma gündeminde nasıl zaman içinde merkeze oturduğu ve çoğu örnekte nasıl kalkınmaya yönelik işbirliklerinin tek konusu haline dönüştüğü irdelenmeye çalışılacaktır. Çalışma kapsamında, özellikle de Afrika'nın kendi girişimleri ve uluslararası toplum girişimleri başta olmak üzere Afrika'daki kalkınma deneyimleri incelenecektir. Bunu yaparken, Afrika'ya yönelik artan kaynak akışlarının gereksinimlerini, uygun ve şeffaf siyasal ve sosyo- ekonomik kalkınma politikalarının gereksinimlerini karşılayabilecek uygun bir çerçeve olarak, Afrika Eş Gözlem Mekanizması'nın tasarım ve uygulama aşaması ele alınacaktır.